HUD 100 / 109 |
ذَلِكَ
مِنْ
أَنبَاء
الْقُرَى
نَقُصُّهُ عَلَيْكَ مِنْهَا
قَآئِمٌ
وَحَصِيدٌ {100}
وَمَا
ظَلَمْنَاهُمْ
وَلَـكِن
ظَلَمُواْ أَنفُسَهُمْ
فَمَا
أَغْنَتْ
عَنْهُمْ
آلِهَتُهُمُ
الَّتِي
يَدْعُونَ
مِن دُونِ اللّهِ
مِن شَيْءٍ
لِّمَّا
جَاء أَمْرُ
رَبِّكَ
وَمَا
زَادُوهُمْ
غَيْرَ
تَتْبِيبٍ {101} وَكَذَلِكَ
أَخْذُ
رَبِّكَ
إِذَا
أَخَذَ الْقُرَى
وَهِيَ
ظَالِمَةٌ
إِنَّ
أَخْذَهُ أَلِيمٌ
شَدِيدٌ {102}
إِنَّ فِي
ذَلِكَ
لآيَةً
لِّمَنْ خَافَ
عَذَابَ
الآخِرَةِ ذَلِكَ
يَوْمٌ
مَّجْمُوعٌ
لَّهُ
النَّاسُ وَذَلِكَ
يَوْمٌ
مَّشْهُودٌ {103}
وَمَا نُؤَخِّرُهُ
إِلاَّ
لِأَجَلٍ
مَّعْدُودٍ {104}
يَوْمَ
يَأْتِ لاَ
تَكَلَّمُ
نَفْسٌ إِلاَّ
بِإِذْنِهِ
فَمِنْهُمْ
شَقِيٌّ
وَسَعِيدٌ {105}
فَأَمَّا
الَّذِينَ
شَقُواْ
فَفِي النَّارِ
لَهُمْ
فِيهَا
زَفِيرٌ
وَشَهِيقٌ {106}
خَالِدِينَ
فِيهَا مَا
دَامَتِ السَّمَاوَاتُ
وَالأَرْضُ
إِلاَّ مَا
شَاء
رَبُّكَ
إِنَّ
رَبَّكَ
فَعَّالٌ
لِّمَا يُرِيدُ {107} وَأَمَّا
الَّذِينَ
سُعِدُواْ فَفِي
الْجَنَّةِ
خَالِدِينَ
فِيهَا مَا
دَامَتِ السَّمَاوَاتُ
وَالأَرْضُ
إِلاَّ مَا
شَاء
رَبُّكَ
عَطَاء
غَيْرَ
مَجْذُوذٍ {108} فَلاَ
تَكُ فِي
مِرْيَةٍ
مِّمَّا
يَعْبُدُ هَـؤُلاء
مَا
يَعْبُدُونَ
إِلاَّ
كَمَا يَعْبُدُ آبَاؤُهُم
مِّن قَبْلُ
وَإِنَّا
لَمُوَفُّوهُمْ
نَصِيبَهُمْ
غَيْرَ
مَنقُوصٍ {109} |
100.
İşte bunlar o ülkelere ait haberlerdendir. onları sana kıssa olarak
anlatıyoruz. Onlardan kimi hala ayakta duruyor, kimi de biçilmiştir.
101.
Biz, onlara zulmetmedik, fakat onlar kendi nefislerine zulmettiler. Rabbinin
emri gelince, Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilahları onlara bir fayda
sağlamadı. Zarara uğratmaktan başka bir şeylerini de arttırmadılar.
102.
Zulüm yapan ülkeleri yakaladığinda Rabbinin yakalayışı işte böyledir. Şüphesiz,
O'nun yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir.
103.
Bunda ahiret azabından korkanlar için elbette bir ibret vardır. O, kendisinde
bütün insanların toplanacakları bir gündür, o tanık olunacak bir gündür.
104.
Biz, onu ancak sayısı belli bir zamana kadar geciktiririz.
105. O
gün gelince, Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse söz söyleyemez. Onlardan
kimisi bedbaht, kimisi bahtiyardır.
106.
Bedbaht olanlar ateşdedirler. Onlar orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek solurlar.
107.
Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin
dilediği kadarı müstesna. Şüphesiz Rabbin dilediğini yapandır.
108. O
bahtiyar olanlara gelince, onlar da cennettedirler. Gökler ve yer ayakta
durduğu müddetçe, orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı
müstesnadır. Bu arkası kesilmeyen bir bağıştır.
109. O
halde bunların tapmakta oldukları şeylerden hiç şüphen olmasın. Onlar ancak
evvelce babalarının tapındıkları gibi, tapınıyorlar. Biz de onların paylarını
muhakkak eksiksiz verecek olanlarız.
100. "İşte bunlar
ülkelere ait haberlerdendir. Onları sana kıssa olarak anlatıyoruz."
Buyruğundaki: "İşte bunlar" mukadder bir mübtedanın haberi olarak
ref' mahallindedir. Yani işte durum böyledir, takdirindedir. Mübteda olarak
merfu da kabul edilebilir. Daha önce geçmiş ülkelere ait bu haberleri Biz sana
okuyoruz, takdirinde olur.
"Onlardan kimi hala
duruyur, kimi de biçilmiştir." Katade der ki: "Hala duran"
duvarları, çatıları üstüne çökmüş ve böylece iz bırakmış olan yerler,
"biçilmiş" olanlar ise hiçbir izi kalmamış olanlardır.
Şöyle de açıklanmıştır:
"Hala duranlar" mamur halde bulunanlardır, "biçilmiş"
olanlar ise harabe halinde bulunanlardır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
Mücahid de der ki:
"Hala duran"
duvarları çatıları üstüne çökmüş olanlar, "biçilmiş olanlar" ise
kökten imha edilmiş olanlardır. Bununla ekin gibi biçilmiş olanları
kastetmektedir. Şair der ki: "Ölümün aralarındaki paylaştırmasında
insanlar, Kimisi hala ayakta duran, kimisi de biçilmiş bulunan ekin
gibidir."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Bizler ancak taze ekine benzeriz, Ne zaman olgunlaşırsa, onu
biçen gelir (onu biçer)."
el-Ahfeş Said de der ki:
Buradaki "biçilmiş" anlamında ve "fail" veznindeki: (...)
kelimesi mef'ul vezninde "biçilmiş" demektir. Bunun çoğulu da; (...)
gelir. "Hastalar" kelimesi gibi. Yine el-Ahfeş der ki: Bu kelime akıl
sahibi varlıklar hakkında çoğul olarak: (...) şeklinde gelir, tıpkı
"Maktul ve maktuller" gibi.
101. "Biz onlara
zulmetmedik." Sözlükte zulüm bir şeyi asıl konulması gereken yerinden
başka bir yere koymak demektir. el-Bakara Suresi'nde (35. ayet, 13. başlıkta)
yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
"Fakat onlar"
küfür ve masiyetlerle "kendi nefislerine zulmettiler." Sibeveyh'in
naklettiğine göre; "Ona zulmetti" denilebilir.
"Rabbinin emri
gelince, Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilahları onlara bir fayda sağlamadı.
" Yani ibadet ettikleri ilahları azaplarından herhangi bir şeyi
önleyemedi. "Zarara uğratmaktan başka bir şeylerini de
arttırmadılar." Bu buyruktaki (...) kelimesini Mücahid ve Katade
"zarara uğratmak" diye açıklamışlardır. Şair Lebid de şöyle
demektedir:
"Artık çürüyüp,
gittim. Zaten her yeni şeye sahip olan sonunda çürümeye gider. İşte zarara
uğratmak da budur."
(Aynı kökten gelen)
"et-tebab" ise helak ve hüsran demektir.
Bu buyrukta hazfedilmiş
sözler de vardır: Yani onların putlara ibadet etmeleri. .. başka şeylerini
arttırmadılar, demektir. Muzaf hazfedilmiştir, bu da şu demektir: Onların o
putlara tapmaları, kendilerine ahiret mükafatını kaybettirmiştir.
102. "Zulüm yapan
ülkeleri yakaladığında, Rabbinin yakalayışı işte böyledir." Yani Yüce
Allah, Nuh, Ad ve Semud kavminin kasabalarını azab ile yakaladığı gibi, işte
bütün zalim kasabaları da böylece yakalar.
Asım el-Cahderi ile
Talha b. Musarrif; "Yakaladığın. da, yakalayışı işte böyledir"
buyruğunu: "Yakaladığında Rabbin böyle yakaladı" şeklinde
okumuşlardır. Yine "el-Cahderi'den: "Rabbinin yakalayışı işte
böyledir" bölümünü cemaat gibi okuduğu nakledilmekle birlikte
"ülkeleri yakaladığında" anlamındaki buyruğu da; (...) şeklinde
okuduğu da nakledilmiştir.
el-Mehdevı der ki:
"Yakaladığında Rabbinin yakalayışı işte böyledir" şeklindeki okuyuş,
Yüce Allah'ın geçmiş ümmetleri helak etmekteki adeti ile ilgili haber vermek
anlamındadır ve şu demektir: İşte Rabbin helak edilen ümmetlerden azab ile
yakaladığını, yakaladığı vakit bu şekilde yakalar. Cemaatin kıraatine göre ise
"yakalayış" anlamındaki kelime mastar kabul edilmiştir ve anlam şöyle
olur: İşte Rabbin helak ettiği kimseleri azab ile yakaladığı vakit, O'nun
yakalaması böyledir. Çünkü (cemaatin kıraati dışındaki kıraatte)
"elif"siz olarak; (...) şeklindeki okuyuş, mazi içindir, yani
ülkeleri yakaladığında demektir. Buna karşılık (cemaatin kıraatindeki; (...)
ise) gelecek (muzari) için kullanılır.
,
"Zulüm yapan
ülkeler" ise halkı zalim olan ülkeler demektir ve muzaf hazfedilmiştir.
Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor" (Yusuf, 82) buyruğunda olduğu
gibidir.
"Şüphesiz O'nun
yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir." O'nun müşrikleri cezalandırması
çok acı, çok ıstırab verici ve çok ağırdır.
Müslim'in Sahih'i ile
Tirmizi'de Ebu Musa yoluyla gelen hadise göre, Rasulullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz ki Allah zalime mühlet verir, ama sonunda onu
yakaladı mı bir daha da bırakmaz." Sonra da: "Zulüm yapan ülkeleri
yakaladığında Rabbinin yakalayışı işte böyledir ... " ayetini okudu. Ebu
İsa (et-TirmizI) dedi ki: Bu hasen, sahih, garib bir hadistir.
103. "Bunda ahiret
azabından korkanlar için elbette bir ibret" bir alamet ve bir öğüt
"vardır. O, kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür"
buyruğunda geçen; ve (...): O, ... bir gündür" mübteda ve haberdir.
"Toplanacakları" da bu günün sıfatlarından birisidir. "Bütün
insanlar" ise meçhul fiil olan "toplanacakları" anlamındaki
fiilin naib-i faili (sözde öznesi)dir. Bundan dolayı -günün sıfatı olan-;
"Toplanacakları" kelimesi çoğul olarak değil de tekil olarak gelmiştir.
Şayet "insanlar" kelimesinin mübteda olarak merfu kabul edildiği
"kendisinde ... toplanacakları" anlamındaki (...) ı da haber kabul
edecek olursak, bu takdire göre de çoğul olarak kullanılmaz. Çünkü;
"Kendisinde" ifadesi fail yerini tutmaktadır.
Toplamak ise haşretmek,
bir araya getirmek demektir. Yani insanlar o günde toplanacak,
haşredileceklerdir.
"O tanık olunacak
bir gündür." O günde iyi kimse de, facir kimse de tanık olacak, hazır
bulunacaktır. Sema ehli de o günde hazır bulunacaklardır. Kıyametin
isimlerinden iki isim olan (yevmu'n-mecmü ve yevmu'n-meşhud) isimlerini diğer
isimlerle birlikte 'et-Tezkire"adlı eserimizde söz konusu ettik ve bunlara
dair açıklamalarda bulunduk. Yüce Allah'a hamdolsun.
104. "Biz onu"
o günü "ancak sayısı belli" yani önceden Bizim tarafımızdan hükme
bağlanmış ve Bizce sayısı bilinen "bir zamana kadar geciktiririz."
105. "O gün
gelince" buyruğu (...) diye de okunmuştur. Çünkü "ya" harfinden
önce esre var ise "ya" hazfedilir. Mesela; "Bilmiyorum"
denilir (ve "ya" hazfedilir.) Bunu da el-Kuşeyri nakletmektedir.
en-Nehhas ise der ki:
Medineliler Ebu Amr ve el-Kisai idrac halinde (okuyup geçerken)
"ya"yı (med ile) okurlar; vakf halinde ise hazfederler.
Rivayete göre de Ubeyy
ve İbn Mes'ud vakıf halinde de, vasıl halinde de "ya"lı olarak okumuşlardır.
el-A'meş ve Hamza ise vakf halinde de, vasl halinde de "ya"sız
okumuşlardır.
Ebu Ca'fer en-Nehhas der
ki: Bu yerde uygun olan üzerinde vakıf yapmamak ve bunun "ya"lı
okunarak vasl yapılmasıdır. Çünkü bir grup nahiv bilgini şöyle demişlerdir:
"Ya" (böyle bir yerde) hazfedilmez ve cezm edatı ("ya"nın
hazfi cezm alameti olduğundan) olmaksızın herhangi bir kelime cezmedilmez.
"Ya" sız vakıf
yapmaya gelince, bu konuda el-Kisai'nin bir görüşü vardır ve o şöyle der: Çünkü
salim olan fiil üzere meczum imiş gibi vakıf yapılır, o bakımdan tıpkı (salim
fiildeki) ötrenin hazfedildiği gibi burada da "ya" harfi hazfedilir.
Hamza'nın kıraatine gelince, Ebu Ubeyd vasl ve vakf hallerinde de
"ya"nın hazfedilmesi lehine iki şekilde gerekçe göstermiştir:
1- O, Hz. Osman (r.a)ın
Mushaf'ı olduğu söylenen İmam Mushaf'da bu kelimeyi "ya"sız olarak
gördüğünü iddia etmiştir.
2- Bunun Huzeyllilerin
şivesi olduğunu nakletmekte ve buna göre Huzeylliler: "Bilmiyorum"
der(ken sondaki "ya" harfini hazfetmektedirler). en-Nehhas der ki:
Ebu Ubeyd'in, Osman (r.a)a Mushaf'ını delil göstermesi, çoğu ilim adamlarının
reddettikleri bir görüştür. Çünkü Malik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- der ki: Ben Osman (r.a)ın Mushaf'ını soruşturdum, bana: O artık yok,
dediler. Ebu Ubeyd'in, Huzeyllilerin "bilmiyorum" derken
"ya" harfini hazfetmelerini delil göstermesine gelince, bunda da
delil olacak taraf yoktur. Çünkü böyle bir hazfi eski nahivciler nakletmişler
ve bunun gerekçesini de söz konusu etmekle birlikte, bunun kıyasa esas
alınamayacağını da ifade etmişlerdir. el-Ferra da "ya" harfinin hazfi
ile ilgili olarak şöyle bir beyit nakletmektedir: "İki avucun bir avuç
gibidir, cömertliğinden dolayı bir dirhem dahi Tutmaz, diğeri ise kılıçla kan
verir."
Burada "verir"
anlamındaki: (...) fiilinin sonundaki "ya" harfi hazfedilmiştir.
Sibeveyh ve el-Halil'in de naklettiklerine göre Araplar; "Bilmiyorum"
diyerek "ya" harfini hazfeder ve sonundaki esre ile yetinirler. Ancak
onların iddiasına göre bu, kullanımın çokluğundan dolayıdır.
ez-Zeccac ise der ki:
Nahiv bakımından daha uygun olan "ya" harfinin de zikredilmesidir.
Benim uygun gördüğüm görüş de Mushaf'a ve kıraat alimlerinin icmaına tabi
olmaktır. Çünkü kıraat uyulması gereken bir sünnettir ve buna uygun olarak Arap
dilinde de kullanımlar görülmüştür.
"Allah'ın izni
olmaksızın hiçbir kimse söz söyleyemez" buyruğundaki: "Söz
söyleyemez"in aslı; (F) şeklindedir. Hafif olsun diye iki
"te"den birisi hazfedilmiştir. Ayrıca bu buyrukta hazfedilmiş
ifadeler de vardır. Yani o gün hiçbir kimse, hakkında izin verilmiş güzel
sözden başka hiçbir söz söyleyemez ve konuşamaz. Çünkü o günde çirkin sözü
terketmeye mecbur edileceklerdir.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Hiçbir kimse Allah'ın izni ile olmaksızın ne bir delil söyleyerek
konuşacak, ne de şefaat maksadıyla konuşacaktır. Yine denildiğine göre;
insanların, Allah'ın huzurunda, O'nuI'!. izni ile olmaksızın konuşmaktan men
olunacakları bir vakit vardır.
Bu ayet-i kerime dinde inkara
sapmak isteyen kimselerin hakkında soru sordukları en çok ayetlerden birisidir.
Bunlar derler ki: Neden: "Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse söz
söyleyemez" diye buyururken başka bir yerde: "Bu, onların
konuşamayacakları bir gündür. Onlara izin de verilmeye cek ki özür dilesinler.
"(el-Murselat, 35-36) Kıyametin söz konusu edildiği bir başka yerde ise:
''Onlardan bir kısmı diğer bir kısmına yönelip, biri diğerine soru sorarlar.
"(es-Saffat, 27) Yine bir başka yerde şöyle denilmektedir: "O
güngelen herkes kendi nefsi için mücadele edecek. "(en-Nahl, 111) Bir
başka yerde: ''Ve durdurun onları, çünkü onlar sorgulanacak lardır. "
(Saffat, 24) denildiği halde; bir diğer yerde de: ''O günde ne insana, ne cinne
günahı sorulmayacak"(er-Rahman, 39) denilmektedir?
Cevab az önce sözünü
ettiğimiz husustur. Yani onlar kendileri lehine kabul edilebilecek bir delili
söyleyemeyecekler, aksine günahlarını ikrar ile birbirlerini kınayarak ve
günahları biri diğerine atarak konuşacaklardır. Kendileri lehine kabul olunabilecek
bir delil söyleyerek konuşmaya gelince, bu söz konusu olmayacaktır. Bu da
sizinle çokça konuşmakla birlikte konuşmasında en ufak bir delil olmayan
kimseye: Sen bir şey söylemiş değilsin, sen hiçbir şey demedin, demeye benzer.
Buna göre delilsiz konuşan bir kimseden hiçbir şey konuşmamış diye söz edilir.
Bir kesim de şöyle
demektedir: Kıyamet günü çok uzun bir gündür.
Onun değişik yerleri,
halleri ve konumları vardır. Kimisinde konuşmaktan men olunurlar, kimisinde de
konuşmaları serbest bırakılır. İşte bu da O'nun izni olmaksızın hiçbir kimsenin
konuşmayacağının delilidir.
"Onlardan kimisi
bedbaht, kimisi bahtiyardır." O nefislerden yahut ta o insanlardan kimisi
bedbaht kimisi bahtiyardır, demektir. Zaten Yüce Allah bütün bu insanları:
"O kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür" diye
zikretmiş bulunmaktadır. Bedbaht (şakiy), bedbaht olacağı yazılmış kimsedir,
bahtiyar (mutlu, said) ise hakkında mutlu olacağı yazılmış olandır. Nitekim
şair Lebid de şöyle demektedir: "Onlardan kimisi mutludur, payını alır.
Kimisi de bedbahttır (dar) geçime kanaat etmektedir."
Tirmizi'nin rivayetine
göre İbn Ömer, (babası) Ömer b. el-Hattab'dan şöyle dediğini nakletmektedir:
Şu: "Onlardan kimisi bedbaht, kimisi bahtiyardır" ayeti nazil olunca
Rasülullah (s.a.v.)a şöyle sordum: O halde ey Allah'ın Peygamberi! Ne diye amel
ediyoruz? Yapıp bitirilmiş bir şeye rağmen mi? Yoksa henüz yapıp bitirilmemiş
bir husus mu var? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bilakis, yapıp bitirilmiş
ve kalemlerin yazıp bitirdiği bir şeye rağmen ey Ömer! Ancak herkes ne için
yaratılmışsa, o ona kolaylaştırılır." (Tirmizi) dedi ki: Bu, bu yolla
hasen, garib bir hadistir ve biz bunu ancak Abdullah b. Ömer rivayetiyle
biliyoruz. Bu hadis daha önce de el-A'raf Süresi'nde (172-174'ün tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
106. "Bedbaht
olanlar" mübtedadır, "ateştedirler" haber mahallindedir.
Aynı şekilde "onlar
orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek solurlar" anlamındaki buyruk ta
böyledir.
Ebu'l-Aliye dedi ki:
"Yüksek hırıltı," (zefir); göğüsten gelen solumadır. "inleyerek
soluma (şehik)"; ise, boğazdan gelir. Yine ondan bunun zıttı açıklama da
nakledilmiştir.
ez-Zeccac ise der ki:
Yüksek hırıltı (zefir), şiddetlice inlemekten dolayıdır. inleyerek soluma
(şehik) ise oldukça yüksek inlemekten dolayıdır. Yine der ki: Kufeli ve Basralı
dilbilginlerinin iddia ettiklerine göre "zefır (yüksek hırıltı)"
eşeğin anırmaya başladığı zaman ki sesidir. inleyerek solumak (şehik) ise
eşeğin anırırken sonlardaki sesi gibidir.
ibn Abbas (r.a) da bunun
aksini söyleyerek der ki: Zefir yüksek ve şiddetli ses, şehik ise cılız ve
zayıf ses demektir. ed-Dahhak ve Mukatil de derler ki: Zefir eşeğin anırmasının
başlangıcına, şehik ise sesi kesildiği zaman anırmanın sonlarına benzer. Şair
de der ki: "Karın boşluğunda sesin hırıltısı geldi veya sesi (anırması)
kesildi. Öyle ki: Bu anıran birisi idi, ama ne anırdı, denilir."
Bir başka açıklamaya
göre zefir, kişinin içinin gamla dolup taşmış olduğu halde nefesini dışarıya
vermesidir. Şehik ise nefesi geri almaktır. Bir başka açıklamaya göre zefır
aşırı kederden dolayı nefesi evirip çevirmektir. Bu da sırtın üzerinde ağır yük
taşımak demek olan "ez-zefr"den alınmadır. Şehik ise uzayıp giden
nefes demektir ve bu da yüksek anlamına gelen "şahik(a)dağ"
ifadesinden alınmadır. (Kısacası) zefır de şehik de üzüntülü ve kederlilerin
çıkardığı seslerdendir.
107. "Onlar gök ve
yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar" buyruğundaki:
"Ayakta durdukça," lafzı zarf olarak nasb mahallindedir. Yani gökler
ve yer devam ettikçe, demektir. ifadenin takdiri ise devam ettikleri süre
boyunca, şeklindedir.
Bunun te'vili hususunda
farklı görüşler vardır. Aralarında ed-Dahhak'ın da bulunduğu bir kesime göre şu
demektir: Cennet ve cehennemin semavatı ve arzı devam ettikleri sürece ...
Sema başının üstünde
bulunan ve seni gölgelendiren herşeyin adıdır. Arz ise ayağın ile üzerine
bastığın yerdir. Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyurulmaktadır: "Cennetten
dilediğimiz yere konmak üzere, arzı bize miras veren Al lah'a hamdolsun.
"(ez-Zümer, 74)
Şöyle de açıklanmıştır:
Yüce Allah burada bildiğimiz dünya sema ve arzını kastetmiş ve bunu Arapların
bir şeyin devam etmesi ve ebediliğine dair haber vermek şeklindeki adetlerine
göre ifade kullanmıştır. Nitekim Arapların; sonu gelmeksizin uzun bir vakit
anlatmak istediklerinde kullandıkları ifadelerden olan: Gece kararıp etrafı
örttüğü yahut bir sel akıp gittiği, ya da gece gündüz değişip durduğu,
güvercinler ötüştüğü, gökler ve yer devam ettiği sürece ... ve buna benzer
deyimleri bu kabildendir. Yüce Allah da bununla onlara kafirlerin bu azab
içerisinde ebedi bırakılacaklarını anlatmaktadır. Her ne kadar göklerin ve
yerin zeval bulacağını, başka yerde haber vermiş olsa bile (burada Arapların
anlatım üslüblarına uygun ifade kullanılmıştır).
İbn Abbas'tan da
nakledildiğine göre yaratılmış bütün eşyanın aslı Arş'ın nurundandır. Gökler ve
yer de ahirette bu alındıkları nura geri döndürüleceklerdir. Dolayısı ile
gökler ve yer Arş'ın nurunda ebedi ve daimidirler.
"Rabbinin dilediği
kadarı müstesna" anlamındaki buyruk nasb mahallindedir. Çünkü bu birinci
türden (müstesna minh'in türünden) olmayan (munkatı') bir istisnadır. Bu
hususta on farklı görüş vardır:
1- Bu istisna Yüce
Allah'ın: "Ateştedirler" buyruğundan istisna edilmiştir. Şöyle
buyurulmuş gibidir: Rabbinin, bazılarını buradan (ateşten) geri bırakmayı
diledikleri müstesna. Bu Ebu Nadra'nın, Ebu Said el-Hudri ve Cabir (r.a)dan
naklettiği bir görüştür. Burada (akıl sahipleri için kullanılan): (...) in
kullanılmaması maksadın şahıslar değil sayı olmasından dolayıdır. Bu da;
"Size helal olan'' (en-Nisa, 3) buyruğuna benzemektedir. Ebu Nadra'dan, o
Rasülullah (s.a.v.)dan (dedi ki): "Allah'ın -masiyet ile bedbaht olsalar
dahi- cehenneme sokmak istemediği kimseler müstesnadır" demektir.
2- Buradaki istisna
mü'min, günahkar kimselerin belli bir süre cehennemde kaldıktan sonra
çıkartılmaları hakkındadır. Buna göre Yüce Allah'ın:
"Bedbaht
olanlar" buyruğu kafirler ve günahkarlar hakkında umumidir. İstisna da
"ebediyyen kalıcıdırlar" buyruğundan yapılmış olur. Bunu da Katade,
ed-Dahhak, Ebu Sinan ve başkaları ifade etmişlerdir. Enes b. Malik yoluyla
gelen sahih hadiste de şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasülullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Bir takım insanlar cehenneme gireceklerdir. Nihayet bunlar
ateşte yanıp kömür gibi olacaklarında oradan çıkartılırlar ve cennete girerler.
Bu sefer: İşte bunlar cehennemilerdir, denilir. '' Bu anlamdaki açıklamalar
daha önceden en-Nisa Süresi'nde (93. ayet, 7. başlıkta) ve başka yerlerde
geçmiş bulunmaktadır.
3- İstisna yüksek
hırıltılarla ve inleyerek solumadan yapılmıştır. Yani Rabbinin sözünü etmediği
azab çeşitleri arasından olmak üzere onların yüksek hırıltılarla ve inleyerek
solumaları vardır. Cennet ehlinin de aynı şekilde sözünü ettiği ve etmediği pek
çok nimetleri vardır. Bu açıklamayı İbnu'lEnbari nakletmektedir.
4- İbn Mes'ud dedi ki:
"Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar"
yani orada ölmezler ve oradan çıkamazlar. "Rabbinin dilediği kadarı
müstesnadır." Bu ise ateşe emir verip ateşin onları yiyip bitirmesi, sonra
da onları yeniden yaratması demektir.
Derim ki: Bu görüş özel
olarak kafir hakkındadır ve istisna da yenilmeleri ve yeniden yaratılmaları
hususunda ondan (kafirin kendisinden) yapılmıştır.
5- Buradaki;
"Müstesna" istisna edatı olan; "Dışında, hariç" anlamında
olmasıdır. Konuşma esnasında benimle beraber Zeyd dışında kimse yoktur, benim
senin üzerinde önceden alacağım olan bin dirhem dışında, iki bin dirhemim daha
vardır, demek gibi. Buna göre anlam şöyledir denilmiştir: Rabbinin dilediği
ebedilikten ayrı olarak, gökler ve yer ayakta kaldıkları sürece ...
6- Bu,
"çıkartılmak"tan yapılan bir istisnadır. Kendisi ise onları oradan
çıkartmak istemez. Mesela, bir kimse belli bir fiili yapmaya devam edip bunun
üzerinde ısrar etmekte iken, ben bu işi -başkasını yapmayı istemem müstesna-
yapmak istiyorum, demesine benzer.
Buna göre buyruğun
anlamı şöyle olur: Elbetteki O, onları oradan çıkartmayı dilese çıkartır, fakat
onlara kendilerinin orada ebediyyen kalacaklarını bildirmiştir. Bu iki görüşü
de ez-Zeccac dilbilginlerinden nakledip der ki: Meani (el-Kur'an'a) dair eser
yazan kimselerin bu konuda iki görüşü daha vardır. Bu iki görüşten birisine
göre: "Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin
dilediği kadarı müstesna" buyruğundaki istisna onların kabirlerinin
başında duracakları ve hesaba çekilecekleri, dünyada, berzah aleminde
kaldıkları süre ile hesab için duracakları süredir.
7- Diğer bir görüşe göre
ise buradaki istisna, nimet ve azaba yapılacak fazlalık hakkındadır. İfadenin
takdiri de şöyle olur: "Onlar gökler ve yer ayakta durdukça orada
ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadar müstesna" Rabbinin nimet
ehline arttırmayı dilediği nimet kadar ile cehennemliklere arttırmayı dilediği
azab miktarı müstesna.
Derim ki: Buna göre
ebediliğin arttırılmasındaki istisna, dünyada bildiğimiz gök ve yerin kalıcılık
süresine yapılacak ziyade ile ilgilidir. Bu görüşü et-Tirmizi el-Hakim, Ebu
Abdullah Muhammed b. Ali tercih etmiştir. Yani onlar orada göklerin ve yerin
devam edeceği kadar ebedi kalacaklardır. Bu ise alemin devam edeceği süredir.
Göğün ve yerin de değişikliğe uğrayacakları bir vakitleri vardır ki o da Yüce
Allah'ın şu buyruğunda söz konusu edilmektedir: "O gün yer başka bir yerle
değiştirilecektir. "(İbrahim, 48)
Şanı Yüce Allah,
Ademoğullarını yaratmış ve onlarla alışverişe girmiştir. Canlarını ve mallarını
kendilerinden cennet karşılığında satın almıştır. İşte misak (ahitleşme) günü
bu esasa göre onlarla alışveriş yapmıştır. Bu sözünü yerine getirene cennet
vardır. Kendisini esarete teslim eden ise, göklerin ve yerin devamı süresince
cehennemde ebedi kalır. Çünkü gökler ve yer böyle bir alışveriş muamelesi
dolayısıyla devam ederler. Cennet ehli için de bu kadar miktar cennette ebedilik
vardır. İşte bu muamelenin gerektirdiği süre sona erdi mi hepsi de artık
Allah'ın meşietine tabi olurlar.
Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım
diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ile yarattık." (Duhan, 38-39)
Böylelikle her iki yurdun sakinleri göklerin ve yerin devamı miktarınca orada
ebediyyen bırakılırlar. İşte bu miktar rububiyetin azamet hakkıdır. Daha sonra
Yüce Allah Ehadiyyet hakkı dolayısıyla her iki yurdun sakinleri için de ebediliği
vacib kılar. Buna göre kim Allah'ın Ehadiyyetini muvahhid olarak Allah'ın
huzuruna çıkacak olursa, kendi yurdunda (cennette) ebedi kalır. Her kim de
Allah'ın Ehadiyetine bir başka ilahı şirk koşarak Allah'ın huzuruna varırsa, o
da cehennem hapsinde ebediyyen kalacaktır. Böylelikle Yüce Allah kalacakları
ebedi sürenin miktarını da bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Rabbinin
dilediği kadarı müstesnadır." Yani hiçbir şekilde sonu gelmeyeceğinden
ötürü kalblerin takdir etmekten aciz kalacağı uzunca bir süre "azabta
kalacaklardır. "
O halde cennetliklerin
de, cehennemliklerin de her iki yurtta ebedi kalışları onların itikadları
sebebiyledir.
8- Şöyle de denilmiştir:
Buradaki; "Müstesnadır" ifadesi "vav" anlamındadır. Bunu da
el-ferra ve kimi nazar (kelam) alimleri söylemişlerdir ki, bu da sekizinci
görüştür. Anlamı da şöyle olur: Dünyadaki göklerin ve yerin devamı süresine,
Allah'ın dilediği kadar ebedilik süresi de vardır. Nitekim, Yüce Allah'ın:
''Zulmedenler müstesna. "(el-Bakara, 150) buyruğu ile ilgili olarak;
" ... ve zulmedenler de" anlamında olduğu söylenmiştir. Şair de şöyle
demektedir: "Her kardeş, kardeşinden ayrılacaktır; babanın ömrü hakkı
için; Ve illa ki kutup yıldızları da."
"Ve kutub
yıldızları da ayrılacaklardır" anlamındadır.
Ebu Muhammed Mekki de
der ki: Bu açıklama şekli yani istisna edatının "vav" anlamına
gelmesi Basralılara göre uzak bir ihtimaldir. Zaten buna dair açıklamalar daha
önce el-Bakara Süresi'nde (150. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
9- Anlamın; Rabbinin
dilediği gibi ... şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:
"Babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayın. Ancak geçmiş olan
müstesna" (en-Nisa, 22) buyruğu, bu da geçmişte olduğu gibi ...
anlamındadır ki, dokuzuncu görüş de budur.
10- Yüce Allah'ın:
"Rabbinin dilediği kadarı müstesnadır" buyruğu şeriatın benzeri
herbir sözde kullanmayı teşvik ettiği istisna kabilindendir. Bu da Yüce
Allah'ın şu buyruğu gibidir: "Allah'ın izniyle elbette Mescid-i Haram 'a
korkusuzca, emniyetle ... gireceksiniz. "(el-Feth, 22) Buradaki bu istisna
(inşaallah demek) Allah tarafından vaadedildiği için vacip olan bir şey
hakkında kullanılmıştır. Böyle bir istisna da aynı şekilde şart hükmündedir.
Şöyle buyurulmuş gibidir: Şayet Rabbin dilerse ... demek olup, bu gibi istisna
ne muttasıl, ne de munkati' olmakla nitelendirilebilir. Bunu da şanı Yüce
Allah'ın şu buyruğu desteklemekte ve güçlendirmektedir: " ... Bu arkası
kesilmeyen bir bağıştır."
Buna yakın bir açıklama
da Ebu Ubeyd'den nakledilmektedir. O der ki: Yüce Allah'ın meşieti önceden beri
her iki kesimin, herbirisi kendi yurtlarında ebedi kalacakları şeklinde vukua
geldi ve istisna lafzı da vaki oldu. Ancak ebedilik hususundaki azimet bundan
öncedir. Bu da şanı Yüce Allah'ın:
"Elbette Mescid-i
Haram'a -inşaallah- korkusuzca, emniyetle ... gireceksiniz." (el-Feth, 27)
buyruğundaki istisna gibidir. Yüce Allah ise onların kesin olarak gireceklerini
bilmiştir, o bakımdan her iki yerde de kendi ihtiyarı (seçim ve tercihi) ile
istisnanın gereklerini yerine getirmemiştir. Zira ezelden beri O'nun meşieti
her iki yurtta (cennet ve cehennemde) de ebedi kalmayı ve Mescid-i Haram'a da
girmeyi kararlaştırmıştır. Buna benzer bir açıklama elFerra'dan da
nakledilmektedir.
11- Onbirinci olarak
zikredilecek bir görüş daha vardır ki, o da şudur: Bedbaht olanlar
bahtiyarların kendileri, bahtiyar olanlar da bizzat bedbahtların kendileridir,
başkaları değildir ve her iki yerde de istisna onlara racidir.
Şöyle açıklayabiliriz:
İstisna edatından sonraki; "Şey", "Kimseler" anlamındadır.
Şanı Yüce Allah cehenneme girip de orada ebedi kalacak olanlar arasından
Muhammed (s.a.v.) ümmetinden olup sahip oldukları iman dolayısıyla cehennemden
çıkartılacak kimseleri istisna etmiştir. Cennete girip de orada ebediyyen kalacak
olan kimselerden de, cennete girmeden önce günahları dolayısıyla cehenneme
girecek, sonra da oradan çıkıp cennete gidecek olan kimselerdir. İşte ikinci
istisnanın söz konusu edildiği kimseler de bunlar (cennete sonradan girecek
olanlar)dır. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: "Bedbaht olanlar
ateştedirler. Onlar orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek solurlar. Onlar
gökler ve yer ayakta durdukça orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği
kadarı müstesna" yani Rabbinin orada ebedi: bırakmak istemediği kadarı
müstesna. Bunlar ise Muhammed (s.a.v.)ın ümmeti arasından imanları ile ve
Muhammed (s.a.v.)in şefaati ile cehennemden çıkarılacak olanlardır. İşte onlar
cehenneme girmeleri dolayısıyla bedbaht kimseler diye adlandırılırlar, cennete
girecekleri için de bahtiyar kimseler diye adlandırılırlar. Nitekim ed-Dahhak,
İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bahtiyar olanlar cehenneme
girmekle bedbaht olurlar, daha sonra ise cehennemden çıkıp cennete girmeleri
suretiyle bahtiyar olacaklardır.
108. "O bahtiyar
olanlara gelince" anlamındaki buyruk el-A'meş, Hafs, Hamza ve el-Kisai:
tarafından "sin" harfi ötreli olarak; (...) diye okunmuştur. Ebu Amr
ise der ki: Bu kelimenin "sin" harfi üstün olarak; (...) şeklinde olduğunun
delili, birincisinin; "Bedbaht olanlar" ifadesinin; (...) şeklinde
gelmemiş olmasıdır.
en-Nehhas ise der ki:
Ben Ali b. Süleyman'ın, el-Kisai'nin Arapçayı çok iyi bilen birisi olmakla
birlikte; (...) şeklindeki kıraatinden hayret ettiğini gördüm. Çünkü böyle bir
kıraat caiz olmayacak kadar ileri derecede bir lahn'dır. Ancak; "Filan
bahtiyar oldu ve filanı Allah bahtiyar etti" denilir. Buradaki;
"Bahtiyar edildi" fiili, "Hastalandırıldı" fiili gibidir.
Ancak el-Kisai:, Arapların "mesud: bahtiyar" şeklindeki kullanışları
delil göstermekle birlikte, bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü
aslında; "Kendisinde bahtiyar olunan bir yer" diye kullanılır, daha
sonra burada; "Kendisinde" kelimesi hazfedilir ve o mekan ism-i
mef'ul ile adlandırılır.
el-Mehdevi: ise der ki:
Buradaki; "Bahtiyar olanlar" lafzında "sin"i ötreli olarak
okuyanların okuyuşu Arapların; (...): Bahtiyar edilmiş kimse" sözlerine
hamledilir (o manada anlaşılır). Ancak bu oldukça az ve istisnai bir kullanım
şeklidir. Zira -Allah onu bahtiyar etti, anlamına- (...) değil de, (...)
denilir.
es-Sa'lebi: de der ki:
(...) şeklinde, "sin" harfi ötreli olarak; kendilerine mutluluk,
bahtiyarlık rızık olarak verildi, anlamındadır. Aynı şekilde (...) ile, (...)
aynı anlamda olduğu söylenmiştir. Bunun dışındaki diğer kıraat alimleri (...)
şeklinde "sin" harfini üstün olarak ve (...) a kıyas ile
okumuşlardır. Bu kıraati de Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim tercih etmişlerdir.
el-Cevheri: der ki:
Saadet (bahtiyarlık), şekavet (bedbahtlık)dan farklıdır.
Çünkü "ayn"
harfi esreli olarak; "Kişi mutlu oldu" ve; "O mutludur"
denilir. Tıpkı; "Esenliğe kavuştu ve o esenliğe kavuşmuştur" demeye
benzer. "Sin" harfi ötreli olarak; "Mutlu edildi, bahtiyar
kılındı" ve; "O bahtiyardır" denilir. Ancak bu şekildeki
kullanımdan hareketle aynı anlamda, (...) denilmez. Araplar sanki; (...) ile
buna ihtiyaç duymamışlar gibidir.
el-Kuşeyri Ebu Nasr
Abdu'r-Rahim der ki: Nitekim; "Allah onu bahtiyar kıldı, o
bahtiyardır," şeklindeki kullanım varid olduğu gibi -aynı anlamda olmak
üzere- (...) kullanımı da varid olmuştur. Bu da Küfelilerin görüşünü
pekiştirmektedir.
Sibeveyh de der ki:
-Filan bahtiyar edildi anlamında-: (...) denilmez. Nitekim -filan bedbaht
kılındı anlamında-: (...) da denilmez. Çünkü bu fiiller teaddi etmeyen (mef'ule
geçişi olmayan) fiillerdendir.
"Bu arkası
kesilmeyen bir bağıştır" buyruğundaki, (...) kelimesi, kesilmeyen
anlamında olup; "Kesti, keser" anlamındaki fiilden türetilmiştir.
en-Nabiğa der ki:
"(O kılıçlar) iki
kat dokunmuş Yemen'in Selükı diye bilinen zırhlarını dahi koparır
Ve enlice taşlarında,
ateş böceklerinin karanlıktaki kıvılcımları gibi kıvılcım saçar.
109. "O halde
bunların tapmakta oldukları şeylerden" ilahlarının batıl olduğundan yana
"hiç şüphen olmasın." Bu buyruktaki; ".... n olmasın"
anlamındaki fiil, nehy dolayısıyla cezmedilmiştir. Çokça kullanım dolayısıyla
da "nun" hazfedilmiştir.
Bu buyruk ile ilgili
daha güzel bir açıklama da şöyledir: Ey Muhammed! Sen şüphe eden herkese de ki:
"Bunların tapmakta oldukları şeylerden hiç şüphen olmasın ki Allah onlara,
bunlara tapmalarını emretmiş değildir. Onlar bu putlara atalarının tapındıkları
gibi, atalarını taklit ederek tapmaktadırlar."
"Biz de onların
paylarını muhakkak eksiksiz verecek olanlarız" buyruğu ile ilgili üç görüş
vardır:
1- "Payları"ndan
kasıt rızıklarıdır. Bu açıklamayı Ebu'l-Aliye yapmıştır.
2- Kasıt azaptan
paylarıdır. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir.
3- Kasıt onlara
va'dolunan hayır ya da şer türünden şeylerdir. Bu açıklamayı da İbn Abbas (r.a)
yapmıştır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN